24 Kasım 2024
  • İstanbul5°C
  • Ankara3°C

TOPLUMUN SİGORTASI VAKIF İNSANLARDIR


      Bizim milletimizin güzelliklerinden biride, karşılık-menfaat beklemeden (fi-sebilillâh) topluma hizmet duygusu ile hayatını idame ettiren vakıf insanların varlığıdır. Bu tür insanların geçmişte sayısı çoktu. Bugün de bunların (az da olsa) varlığı bizleri istikbal için ümitlendirmektedir.

      Benim hayatımda iz bırakan üç önemli şehrimize (Bolvadin, Konya ve İstanbul) ilave olarak Erzurum’u da ekliyorum.


      1967-68 Öğretim yılında Bolvadin’e yeni açılmış olan İmam-Hatip Okuluna kaydolmuştum. İlk karşılaşıp-tanıştığım insanlar; Safa Karakaya, Hacı Süreyya Neslioğlu, Hacı Hasan Kimya, Muammer Yavuz, Hacı Mehmet Gümüş, Hacı Kadir.. gibi vakıf isimlerdi. Bunların bir kısmı rahmetli oldu. Allah makamlarını Cennet eylesin.

      O tarihlerde şehir merkezindeki bir okula kaydolabilmek için, şehir merkezinde ikamet eden bir veli’nin imzası şarttı. Bu velinin de (iki öğrenciden fazlasına velilik yapamaz) kaydı vardı. Safa Karakaya abimiz, 4-5 metre kare bir dükkân da terzilik yapan bir esnaftı. Şehir dışından gelip de İmam-Hatip Okuluna kaydolan ancak, veli ihtiyacı olan öğrenciler için dükkânını kapatır, veli evrakını imzalamak üzere okula koşardı. Bir kişi ancak iki öğrencinin velisi olur şartı, onun için pek işlemezdi. Onlarca öğrencinin velisi idi. Mütemadiyen velisi olduğu öğrencilerin takibi ve sorunları ile ilgilenmek üzere dükkânını sık-sık kapatırdı. O, mütevazı küçük dükkânında yedi-sekiz, hatta on öğrenci arkadaşı ağırlar, izzet ikramda bulunurdu. Bazen onun bulunduğu sokaktan (Arasta) yolumuz düşerde safa abiye uğramadan gidilirse, çok fena üzülür ve kırılırdı. Bizlere sanki çok büyük insan gibi muamele yapardı. Dili döndüğünce nasihatlerde bulunurdu.

      Rahmetli Muammer Yavuz abimiz pastane işletirdi. İşleri çok yoğun olmasına rağmen bizler yanına uğramadığımız zaman üzülürdü. Bizlerle sürekli ilgilenmek isterdi.

      Hacı  Hasan Kimya yabana atılacak bir insan değildi. Her akşam evime uğrar bazen bana kitap okutturur, kendisi dinlerdi. Akşama kadar konum komşunun işlerine fahri olarak koştururdu. Pek çok manevi yönlerine şahit oldum.

      Şimdiki gibi teknolojik imkânlar yoktu. Babamızla, ailemizle mektuplaşarak-posta yoluyla haberleşiyorduk. İhtiyaçlarımızı mektupla babamıza bildirir, posta yoluyla harçlığımız gelirdi. Bir gün harçlık bitti ve memleketten gelecek paramız gecikti. Kimseye halimi söylemezdim. Akşam patates yemeği yaptım. Ekmek yok. Kardeşim karnını doyursun diye, yarım kaşık alıyorum. Kardeşimin karnını patates yemeği ile doyurdum. Fakat kendim yarı aç durumdayım. O akşam Hacı hasan emmi bize uğramamıştı. Gece geç vakit oldu ve yatmıştık. Kapı çalındı. Biraz korku ve duraklamanın ardından ‘’kim o?’’ diye seslendim. Hacı emminin sesi duyuldu. Kapıyı aç Abdullah, dedi. Bolvadinlilerin ‘’Bükme’’ adını verdiği ve benimde çok sevdiğim bir börek türü, bir bohça dolusu getirdi. Şunu al dedi. Hiç arkasına bakmadan süratlice ayrıldı. Ya Rabbim! Hızır mı oldu hacı emmi. Bize, bir hafta boyunca o bükmeler yetti. Tabii bu ara memleketten harçlığımızda geldi.

      Konya Yüksek İslâm Enstitüsünde okurken Tasavvuf Öğretim Üyesi Kamil Yaylalı hocam anlatmıştı. 1950’li yıllarda Konya da kuraklık oluyor, halk yağmur duasına çıkıyor. Yağmur duası şehir dışında arazide yapılıyor. Kurbanlar kesiliyor, Pilâvlar dökülüyor. İnsanlara, kuşlara, hayvanlara ikramlarda bulunuluyor. Sonra dua faslı geliyor. Halk saf tutmuş. Rahmetli Hacı Veyiszâde Mustafa Kurucu Hoca huzurda, dua etmesi bekleniyor. Bu sırada Konya’nın meşhur bir deli Osman’ı var. Oralarda at üzerinde kolaçan edip duruyor.

      Bu deli Osman’ın bir özelliği var. Mahalleden birinin evi yanar, deli Osman hemen bir zengine gider, ‘’Ahmet efendi! Falanın evi yanmış. Bu garibanın evini sen yaptırıver.’’ Hay-hay Osman Efendi. Baş üstüne. Birisinin öküzü ölür. Osman Efendi başka bir zengini bulur, öküzü ona aldırır. Birisinin pulluğu, karasaban’ı kırılır. Onu bir zengine yenilettirir. İki komşu arasında nizalı bir vukuat olur. Mahkemeye aksetmeden Deli Osman halleder. Kimse ona bir itirazda bulunamazdı. İşte herkes Hacı Veyis zadenin dua edeceğini beklerken, Hoca şöyle seslenir; ‘’Oğlum Osman, gel.’’ Deli Osman at üzerinde hocanın huzuruna geliyor. ‘’Hocam emret.’’ Diyor. Hoca; ‘’ Oğlum Osman, gel bize bir yağmur duası ediver.’’ Halk başlıyor homurdanıp itiraz etmeye. ‘’Biz hoca diye, âlim diye bunu getirdik. Bu da Allah’ın delisine dua ettirecek! Bu nasıl iş?’’ Gibi söylentiler başlıyor.

      Deli Osman en önde, Hacı Veyis zade onun arkasında, eller semaya kaldırılıyor. Deli Osman euzü besmele çekiyor ve şöyle dua ediyor ; ‘’Ey Allahım’ Ben senin Deli Osman’ınsam, beni mahcup etme. Kurdun-kuşun hürmetine bize yağmuru esirgeme. Rıza en lillâh-il Fatiha.’’ Halk Fatiha okuyor ama tatmin olmuyor. Aradan yarım saat geçmeden öyle bir yağmur yağıyor ki, her tarafı sel alıyor.

      1983 Yılında İstanbul Pendik Lisesine kur’a ile tayinim çıkmıştı.  İstanbul’a ilk defa geldim. Etrafı dolaştım, inceledim ve İstanbul’a gelmekten vaz geçtim. 1984 Yılında yeniden müracaat ettim. Yine Pendik Lisesi çıktı. Düşündüm-taşındım, hayırlısı bakalım, deyip geldim. O gün-bugün hala aynı görevdeyim. Zaman-zaman karşılaştığım bazı dostlarım bana soruyorlar; ‘’Bu kadar senedir İstanbul dasın. Kat aldın mı, yat aldın mı, araban var mı?’’ Hayır, diyorum. Peki, bu kadar zaman içinde hiçbir şey elde etmedin mi?

      Eğitimcilik yapıp insan yetiştiriyoruz. Sanat dünyası içinde yer aldım. Hat sanatına aşina olup, tezhip sanatında malumat sahibi oldum. Yayın dünyası ile içli dışlı olup kültürel alanda istifade ettim. Her şeyden önce kalıcı dostluklar edindim.

      Çocuğum Erzurum Atatürk Üniversitesi Eczacılık Fakültesini kazandı. Çok uzak, nasıl ederiz? Gibilerden düşünürken, değerli arkadaşım Coşkun Otluoğlu dedi ki; ‘’Abi ben Erzurum da okudum, görev yaptım. Beraber gidelim sana yardımcı olayım.’’ Geçen hafta bindik uçağa, indik Erzurum’a. Coşkun bey, Mehmet Kılıçlı Beyle (Erzurum eski Milli Gençlik Vakfı Başkanı imiş) tanıştırdı. Mehmet Bey bizi evinde misafir edip ağırladı. Yoğun işlerini bırakıp bizimle bire-bir ilgilendi. Her türlü işlerimizde bize yardımcı oldu. Allah razı olsun. Meğer öğrendim ki bu kardeşimiz de yukarıda bahsettiğim vakıf insanlardan biriymiş. Ömrü bu tür hizmetlerle geçmiş.

      Erzurum’u Konya ya benzettim. Havası serin, insanları sıcak. Selam verdiğin zaman samimi olarak yaklaşıyor. Yakınlık gösteriyor. Tarihi ve Kültürel dokusu zengin bir şehrimiz. Sokaklarda sürekli akan buz gibi çeşmelerden kana-kana su içebilirsiniz. Camileri sık aralıklarla yapılmış. Birinci Dünya Savaşından sonra, Ermeni mezalimine uğramış. Bunu anımsatmak üzere, camilerde ezanlardan sonra kısa bir sala veriliyormuş.

      Peygamberimiz (s.a.v.) ‘’Kavmin efendisi, insanlara hizmet edendir.’’  Diğer bir Hadiste de ‘’İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.’’ Buyuruyor. Onun için diyorum ki; toplumu ayakta tutan, vakıf insanlardır. Allah bu tür insanların sayılarını artırsın. Ömürlerini bereketli kılsın.

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.