SENDİKACILIĞIN ÖĞRETMENİ EROL BATTAL
Ali Yalçın
Makamına girdiğimiz kudretli bir bürokratın yakasına doğru işaret parmağını uzatarak, “Sen çift rozetli bir adamsın” diye çıkışmış, adeta sana güvenmiyorum demişti. Bürokrat gülerek cevap verirken, ‘bana haksızlık yapıyorsun’ edasındaydı ama haksızlık yapmadığına yeni şube başkanı olarak ben de emindim. Erol Bey’i sevmiş ve “işte bu” demiştim.
Erol Başkan, kendine güvenen cesur biriydi. “Cesur bir adam ayağa kalktığı zaman, diğerlerinin de omurgaları sertleşir. Çünkü cesaret bulaşıcıdır” diyen Bill Graham, sanki sözünü, onu tanıdıktan sonra söylemiş gibi geldi bana. Güven veren bir yanı vardı. “Sözünü kulaktan, gözünü budaktan esirgemeyen” tavrıyla sanki öğrenci yetiştirirdi. “Eğer Allah’tan korkuyorsan, insanlardan korkmana gerek yok” felsefesiydi onunki. Sözleri sertti ama yüreği gerçekten yumuşaktı. Tanımayanlar bilmez ve genellikle görünüşüne aldanırdı. Onu yakından tanımayanlar, onu çatışmacı kavga adamı sanırdı. Hâlbuki o kavga adamı değil, kavganın adamıydı. Genellikle söylenmeyi değil, söylemeyi seçerdi. Kırdığı insanlar olabilirdi ama kimse gönül koymazdı. Çünkü ortada genellikle samimiyetle yapılmış bir iş olurdu ve art niyet arayanlar zamanla hakkını teslim ederdi. İnandığı yolda, gece zifiri karanlıkta ürpermeden yürüyecek kadar cesur ve bir o kadar da kararlıydı. Çok fazla hesap yapmayan, hesap yapmayı genellikle karşısındakine bırakan cömertliğiydi onu farklı kılan.
Dinlerken kimsenin göremediğini gören bir zekânın ziyafetini sunardı. “Sendikacılığın Öğretmeni” ile ne yazık ki şube başkanı olarak çok fazla beraber çalışma fırsatı bulamadık. Genel Merkez kongresi gelip çattığında, Genel Başkan Ahmet Gündoğdu, İstanbul’dan Erol Battal’ı merkezde değerlendirmek gerektiği fikrini paylaştı. Erol Bey’in de bulunduğu bir ortamdı. İstanbul 1 No’lu Şube’ye yakın bir yerdeydik. Vatan Caddesi üzerinde Aksaray Metro durağı hizasında, ismini hatırlamadığım bir cafeydi sanırım. Genel Başkan, İstanbul Şube başkanları olarak hepimizi çağırmıştı. Sırasıyla herkesin görüşünü sordu. Sıra bana gelmişti. “Bu teklifim hakkında ne düşünüyorsun” dedi. “Merkeze çok katkısının olacağını düşünüyorum. Sendikal aidiyeti de, birikimi de yüksek bir ağabeyimiz. Erol Başkan, gerçekten teşkilatımızın istifade edeceği biri. Endişem de yok değil. Sözünü düz söyleme ve esirgememe özelliği nedeniyle sorunlar yaşayabilir” dedim.
2. Olağan Genel Kurul yapılmıştı ve O artık Genel Teşkilatlanma Sekreteriydi. Yoğun bir çalışma temposunun içerisindeydi. Teşkilatımızın boy attığı bir dönemin çalışma temposunu onun yazılarından anlamak mümkündü. Yazıları adeta bir okul gibiydi. Haber Bülteni geldiğinde ilk onun yazısını okumak, şubedeki herkeste alışkanlık yapmıştı. Şubeler arası tatlı üye yarışından rakip sendikalara had bildiren cevaplara, teşkilat kültürünün gereklerinden ufuk çizen manifestolara kadar geniş bir yelpazesi vardı. O yazar, biz ise ziyafetinden nasiplenirdik. Çünkü kalemi, kelamı gibi zengindi.
Başkanlar Kurulu toplantıları onun ustaca sunumlarıyla başlardı. Az kravatlı, çok sivil tarzı, zengin kelime dağarcığı ile daha da sevimli hale gelirdi. Takdimde peşrev kısmını pek beceremezdi; ona işkence gibi geldiğini, ilk arada peş peşe yaktığı sigaradan anlardınız. Yüksek sesli, eleştiri içeren tartışmaya girecekseniz, hışmına uğramayı mutlaka baştan göze almanız gerekirdi. Ben hışmına uğramayı göze aldığım için hiç pişman olmadım. Çünkü öfkesi anlık, ağabeyliği sürekli biriydi O.
“Eğer herkes sağa dönerken, kişinin sola dönme cesareti varsa o kişi gerçekten özgürdür” diyen düşünürü doğrulardı. Akıntıya karşı kürek çekmeyi yeğler, uçurtmanın yükselmesinin rüzgâra karşı koymaktan geçtiği düşüncesini benimserdi. Herkesin hilafına hareketi bir anda herkesi şaşırtır ve bazen anlaşılmaz bulunurdu. Hâlbuki onun en anlaşılmaz tarafı anlaşılabilir olmasıydı.
Yeni dönem sendikacılarımızın tamamı Eğitim-Bir-Sen hakkında derli toplu bilgiyi, onun Tahir İnce ile birlikte kaleme aldığı ‘tarihçe’ kitabından öğrendi. Sendikacılığın tarihçesini yazacak sayılı insanlarımızdan biri olması, yokluğunu daha çok hissettiren yanlarındandır. Birikimlerini aktaramadı. Sendika için üretim yapacağı en verimli çağında bu dünyadan müsaade istedi; Mehmet Akif İnan, İbrahim Keresteci, Ahmet Yıldız, Tahsin Suda ile birlikte olmayı seçti.28 Eylül 2012’de aramızdan ayrılırken, kendisini seven dostlarını İstanbul’da toplamayı başarmıştı. Bütün dostlarının kendinden bir parça bırakarak döndüğü Büyükçekmece kabristanlığından bizlerle dualarımız vasıtasıyla konuşan sendikacılığın öğretmenine selam olsun.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2012 Duyuru Gazetesi
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.