HÜSEYİN KENDİR
Coşkun Otluoğlu
08 Mart 2022 Salı 17:02
Yıl 1982, yatılı okul; geniş arazide kurulmuş öğretmen lisesi. Ortaokul birinci sınıfındayım. Tarım dersimiz boş ve nöbetçi öğretmenimiz bizi top oynamak için toprak sahaya göndermiş. Sınıf mevcudu otuz beş. Hepimiz aynı anda top oynamayacağımıza göre, diğerleri oynayanları seyredecek. Çünkü hepimiz toplu halde bulunmalıyız; dağılmak yasak.
Henüz terlememişiz, taraflar gol de atamamış. Nöbetçi öğrenci yanımıza gelerek on beş öğrencinin nöbetçi öğretmence çağırıldığını ve traktöre hayvan gübresi yükleneceğini söyledi. Bu tarz işleri zaman zaman öğrencilerin yapması mutat bir durumdu.
Oynayanlar gitmek istemedi. Seyredenler de gitmek istemedi. Arkadaşlarımdan bazıları: “Sınıf başkanı olarak gidecekleri sen seç.” dedi. Ben de: “Biz nasıl olsa top oynuyoruz, bari seyredenler boş boş oturacağınıza gidin işe yarayın.” dedim.
Gübre yüklemeye gidenler homurdanarak istemeye istemeye yürüdüler. Kısa süre sonra nöbetçi öğrenci tekrar geldi ve oyunu yarıda keserek nöbetçi öğretmenin oyun oynayanları da çağırdığını söyledi. Böylece bizim de gübre yüklememiz gerektiği nöbetçi öğretmen tarafından ihtar edilmiş oldu. Bu iş bittikten sonra da sınıf başkanı olarak nöbetçi öğretmenin beni çağırdığı söylendi.
Yaklaşık bir saat sonra gübre yükleme işi bitti ve ben elimi yüzümü yıkayıp nöbetçi öğretmeni bulmak üzere okul kantinine indim.
O günkü nöbetçi öğretmen, Türkçe Öğretmenimiz Hüseyin Kendir’di. Öğretmenimizin yanına gittim. Beni çağırdığını hatırlattım. Yüzüme şefkatle bakıyordu. Yeşil gözlerinin içinden bunu seziyordum. Her zaman tebessümü eksik olmayan yüzünden beni takdir ettiğini anlardım. Ancak bugün farklı bir durum vardı.
Öğrencilerle kantinde çay kuyruğuna girdi. Öğrenciler ona sırasını verse de o razı olmadı. Israrla sırasını bekledi. O kalabalıkta kendisine sıra gelince: “Coşkun, sen ne içmek istersin; istersen yiyecek bir şeyler de al.” diyerek bana ısrarda bulundu. Ben utanıp sıkılmıştım. Çünkü bir öğretmenin hem de benim için öğrencilerle aynı sıraya girip, içecek bir şey alacağını görmek bana olağan üstü geldi. On iki yaşındaki bir çocuğun utangaçlığı ile öğretmenime bir şey diyemedim. Yere bakıyordum. Çünkü mahcup olmuştum; ben öğretmenim için çay kuyruğunda beklemeliydim.
Öğretmenim Hüseyin Kendir, büyük bardaklarda iki oralet, iki paket de bisküvi alarak bir masaya yöneldi. Ben de peşinden gittim.
Kantinin orta yeri sayılabilecek bir yerde masalardan birine oturmuştuk. Kantindeki öğrenciler meraklı gözlerle bize bakıyor, Hüseyin Kendir’e başlarıyla selam verip savuşuyorlardı.
Hüseyin Kendir hocamın yanakları al aldı. Geniş ay gibi yüzünün içinde gözleri ışık ışık sıcaklık yayıyor ve sesindeki o güven verici tonlar yüreğimin içinde ifade edilemez bir ateş yakıyordu:
“Sen, iyi top oynuyorsun. Hem de sınıf başkanısın. Güzel de yazılar yazıyorsun. Kitap da okuyorsun. Arkadaşların da seni seviyor. Lafını dinliyorlar.” dedi.
Bu sözleri içimde inanılmaz bir coşku oluşturdu. Öğretmenimin ellerini, hatta ayaklarını öpmek istedim. Ama bu Hüseyin Kendir’dir. Her zaman takdir eden, takdir ederken bile inanılmaz dersler veren biriydi. Şimdi nasıl bir gol yiyeceğim aklımın ucundan bile geçmedi.
“Bu yüzden sen top oynarken diğerlerini gübre yüklemeye gönderiyorsun.” diye ekledi.
İşte bir sıfır! Golü yemiştim bile!
Gübre yüklemekten her yerim zaten ter içindeydi. Yüzüm al al ve sanki ateşten yanıyordum. Bu imalı sözler karşısında gözlerimi yerden kaldıramadım.
Hüseyin Kendir, sözlerinin arasında bardağıma şeker attı. Karıştırdı. Bisküvi paketini açtı. Kendisi iki tane bisküvi parçasını önce bana uzattı ve yememi ihtar etti. Kendisi de bisküviden yedi.
O kadar öğrenci arasında bir öğretmenle çay içmek, bir şeyler yemek, hem benim için gurur vericiydi; hem de inanılmaz utanıyordum. Çünkü koskoca bir öğretmen bana vakit ayırmış ve yetişkin bir insanla konuşuyormuş gibi konuşuyor ve bana değer veriyordu. Bu değeri görecek ne yaptım ki diye düşünüyordum. Ancak yine de gübre yüklemek için önden benim gitmediğime şimdi için için hayıflanıyordum.
“Sizin sınıfın mevcudu kaç?” diye sordu.
Alçak sesle: “Otuz beş.” dedim.
“Diyelim ki okul müdürü seni çağırdı. Sana çok kaliteli otuz dört dolma kalem verdi. Ve bunları git sınıf arkadaşlarına dağıt dedi. Sen ne yaparsın?”
“Arkadaşlarıma dağıtırım.” dedim.
“Mevcudunuz otuz beş. Sana verilen kalem otuz dört; dolayısıyla bir kişiye eksik kalıyor. Ne olacak?”
Tereddüt etmeden: “Ben kendim almam.” dedim.
“Peki, demin niye öyle yapmadın? En önce gübre yüklemeye sen koşmalıydın. Fedakârlığı sen yapmalıydın. Ama öyle yapmadın. Belki de arkadaşlarını azarlayarak gübre yüklemeye gönderdin; kalanlarla da top oynayıp keyfini sürdün.” demez mi?
“Anladım. Hatalı davranmışım. Haklısınız.” dedim. Gözlerimi yerden daha da kaldıramazdım.
“Ama az önce otuz dört dolma kalemi arkadaşlarıma dağıtabilirim, kendime almam dedin. Demek ki böyle bir fedakârlık olsa yine yapamayacaksın.” dedi.
Mahcubiyetimden yerin dibine giresim geldi. Öğretmenim ne dese haklıydı. Bana hayatımın ilk liderlik dersini böylece vermiş bulunan bu adamın ellerini öpmek istiyordum. Tabi ki o, bu fırsatı bana vermemişti:
“Yarın, Müdür Bey’le birlikte Yıldızeli’ne gideceksin. Komposizyon yazma yarışmasında ilçe birincisi olmuşsun. Seni tebrik ederim.” dedi.
Hüseyin Kendir, sadece bir öğretmen değildir. O, yüreğimize dokunan bir devdir.
Vefanın, kadirşinaslığın, fedakârlığın, liderliğin, muallimliğin en belirgin özelliklerini ilk önce onda gördük. Hüseyin Kendir Hocam’a benzeyen sonra sayısız güzel öğretmenlerim, arkadaş ve dostlarım oldu. Ancak onu aşan birine de daha sonra rastlamadım.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2012 Duyuru Gazetesi
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.