DENETİMİN UNVAN, İMKÂN VE YETKİ SORUNU
Ali Yalçın
2000 yılı sonrasının Türkiyesi’nde, 1900’lerin kamu yönetiminden çağdaş kamu yönetimine geçmek yönünde bir kararlılık mevcuttur. Yönetim kavramı yerini yönetişime bırakmaya başlamaktadır. Yönetişim, merkezi otoritenin yukarıdan aşağıya doğru hâkimiyetini esas alan klasik hiyerarşik yönetim anlayışı yerine tüm toplumsal aktörlerin karşılıklı iş birliğine ve uzlaşmasına dayanmaktadır. Kısaca yönetişim; demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hak ve özgürlüklerine önem veren, katılımcılığın, etkililiğin, denetimin, yerinden yönetimin, açıklık, saydamlık ve hesap verebilirliğin, kalitenin, liyakatin ve etiğin hâkim olduğu, sivil toplumu ön plana çıkaran ve sivil toplum kuruluşlarının gelişmesinin önünü açan, bağımsız işleyen bir yargı düzenine sahip, teknolojideki gelişmelerle uyumlu bir ekonomik ve siyasi düzendir.
Eğitim sistemimiz; eğitimin her basamağı için geçerli olmak üzere toplumun kendi iç dinamik, gereksinim ve yönlenmelerinden soyutlanmış, devlet-siyaset-bürokrasi üçlüsü tarafından düzenlenip yürütülen ve bu üçlünün herhangi birinde bir değişim olduğunda yön ve söylemini bu değişime göre sürekli değiştiren bir sistemdir. Oysa bu sistem, yapı olarak toplumun içinde yer alan, toplumun güncel istek ve şartlarını karşılamayı amaçlayan; zaman boyutunda değişen koşullar ve istekler karşısında sürekli güncelleştirilen dinamik bir yapıya çevrilmelidir. Başka bir deyişle toplum, eğitim programlarının hazırlanması, uygulanması ve irdelenmesine devlet örgütleri aracılığıyla dolaylı ve tümüyle edilgen bırakılmak yerine, bu eğitimden doğrudan etkilenen katmanlar eliyle doğrudan katılmalı, devlet ise en üst düzeyde norm belirleme, denetleme ve izleme yetkilerine sahip olmalıdır.
Türkiye’deki eğitim sisteminin bir felsefe değişikliğine ihtiyacı var. Özgürlüğü ve eşitliği esas almayan düzenlemeler toplumsal çıkmazları daha da derinleştirmektedir. Eğitim sistemlerinin çıktılarının geç alınması yüzünden, yapının doğru çalışıp çalışmadığını değerlendirmek zordur. Son dönemlerde uluslararası karşılaştırmalara imkân veren PISA gibi sınavlarda Türkiye’nin aldığı onur kırıcı sonuçlar, kalabalık sınıflar, ikili öğretim ve yabancı dil becerisinde öğrencilerimizin yetersiz kalması gibi olumsuzluklar üzerine, eğitim sistemi ve Milli Eğitim Bakanlığı’nda değişik tonlarda reform yapma, örgütü daha iyi işleyen bir mekanizmaya kavuşturma gayretleri göze çarpmaktadır. Eğitim denetiminde de bu kapsamda, özellikle 2011 yılından sonra bir kısım değişiklikler yapılmış ve yapılmaya devam etmektedir.
Yönetimin temel süreçlerinden birinin denetim olduğu ve bunun kısmen geçerliliğini koruduğu doğru olmakla birlikte, denetimin nasıl ve kimin eliyle gerçekleştirileceği hususu tartışmalıdır.
Yönetimin temel fonksiyonları arasında denetim önemli bir yer tutmaktadır. Devletin düzenleyici ve denetleyici olarak halkın yararını koruyacak bir işlev üstlendiği günümüz dünyasında yönetimin kalitesi denetimin kalitesi ile yakından ilişkili hale gelmektedir. Ne var ki, ülkemizde istenen nitelikte bir denetim sistemi oluşturulamamıştır. Mevcut denetim sistemine bakıldığında ilk akla gelenler; fazla sayıda ama etkisiz denetim, kurallara uygunluğa ve geçmişe dönük denetim, hedeflerden ve performans göstergelerinden yoksun bir denetim ve yetersiz kamuoyu denetimidir. Çok sayıda, birbiriyle zaman-zaman örtüşen, kurallara göre çalışma üzerinde yoğunlaşan ve hata bulma mantığı ağırlıklı denetim sonucunda yöneticiler iş yapamaz hale getirildikleri gibi, israf ve yolsuzluklara da herhangi bir çözüm üretilmemektedir.
Denetimde keyfilik ve denetim sisteminin siyasi tercihler ile amaç dışı kullanımı da eklendiğinde, denetim sistemi son derece sorunlu bir haldedir. Aksi takdirde, ülkemizde bu ölçüde israf ve usulsüzlüklerin yaşanması ve halkın ihtiyaçlarının karşılıksız kalması gerçeği ile karşı karşıya kalınmazdı. Şeffaflığa, hesap verme sorumluluğuna, katılımcılığa ve kamuoyu denetimine açık olmayan bir yönetim anlayışı ve yapılanması devam ettiği sürece de bu sorunların üstesinden kalıcı bir şekilde gelinmesi mümkün değildir.
Değişimin öncüsü olmak yerine; denetim görevini, yetkisini daha çok suç ve hata arayıcı ve de cezalandırıcı amaçlar için kullanan; sistem yerine birey, olay ve işlem odaklı denetim yapan; kötü işlese de statükonun bekçiliğini yapan; insanların eksik ve kusurlarına odaklanan Türkiye’nin geleneksel denetim birimleri reforma tabi tutulmalıdır.
Eğitim sisteminin iyi çalışmamasındaki temel neden, okullarda öğretmenlerin serbest olması değil, tam tersine bütün hareketlerinin denetlenmesidir. Gerçekten de eğitim konusunda en fazla sorumluluğu olan öğretmenlerin eğitime ilişkin en temel konularda bile karar yetkisi oldukça sınırlıdır. Öğretmenlerin; müfredat belirlenmesi, müfredatın yenilenmesi, ders kitabının seçilmesi, ders gün/saatlerinin belirlenmesi, sınıf mevcudunun belirlenmesi, kullanılacak sınıf/mekânın belirlenmesi, okul bütçesinin kullanılması, öğrencilerin sınıf tekrarı yapıp yapmayacağına karar verilmesi, disiplin kurallarının belirlenmesi, sorunlu öğrencilerin sınıftan çıkarılması ya da okuldan uzaklaştırılması gibi temel konularda görüşleri ya dikkate alınmaz ya da çok az dikkate alınır. Ayrıca, birçok konuda da özgürlükleri gittikçe kısıtlanmaktadır. Öğretmenlerin öğrencilere ilişkin hemen hemen hiçbir kararda etkili olmaması, okulda ve sınıfta kontrolü kaybetmelerine zemin hazırlamakta ve motivasyonlarını azaltmaktadır.
Hesap verebilirlik reformlarının kavramsal sorunları sonucunda çoğu zaman pratikte beklenen sonuçları vermemesi şaşırtıcı değildir. Tepeden gelen reformlar öğretmenlerin hesap vermesini beklemektedir. Gerçekten de çok aşırı kontrol edilen öğretmenlerin, iyi bir eğitim süreci sunmak için ihtiyaç duydukları kontrol ve esneklik ellerinden alınmaktadır. Bundan dolayı hesap verebilirlik reformları, eğitim süreçlerini iyileştirmediği gibi eğitim sorunlarının derinleşmesine de yol açabilmektedir. Eğitim süreçlerini iyileştirmenin vazgeçilmez unsurlarından biri, okulun yönetim ve organizasyonunun öğretmen niteliğine olumsuz etkisinin fark edilmesidir. Her hareketi kontrol edilmeye çalışılan bir eğitim sisteminde öğretmenler sıradanlaşmaktadır. Dolayısıyla sadece başarılı adayları öğretmenliğe yönlendirmek ve onları hesap verebilir kılmak, eğitim kalitesini artırmayacaktır. Eğitim kalitesinin artırılması için öğretmenlere daha fazla esneklik ve özgürlük alanları sağlanmalıdır.
Öğretmenlerin çalışma şartlarıyla ilgili esas konu, öğretmenliğin ne derece uzmanlık mesleği olduğu, mesleği icra etmede tanınan özerklik, öğretmene, uygulama ve tercihlerinde, duyulan güven, saygı ve öğretmeni desteklemeye yönelik kurulan profesyonel destek mekanizmalarıdır. Öğretmenlik mesleğinin oldukça saygın olduğu Finlandiya’da, okulun izlediği politikalar ve yönetim şekli, ders kitapları, dersin içeriği, ölçme-değerlendirme yöntemleri ve okul bütçesi gibi farklı konularla ilgili karar alma süreçlerinde öğretmene geniş yetkiler verilmektedir. Bu geniş yetkiler, öğretmenlere karşı saygının ve güvenin bir göstergesidir. Finlandiya’da öğretmenlerin işlerini denetlemekten ziyade onlara sorumluluk verme ön plana çıkmaktadır.
Eğitim kalitesinin artırılması için Milli Eğitim Bakanlığı, öğretmenleri profesyonel olarak konumlandırmalı, niteliklerini artırmaya yönelik çabalara destek olmalı ve mesleklerini icra etme noktasında önemli ölçüde özgürlük alanı açmalıdır. Örneğin, müfredatın en ince ayrıntısının dahi Ankara’dan belirlendiği bir eğitim sistemi yerine, her öğrencinin erişmesi gereken asgari standartların belirlendiği ve öğrencilerin belirlenen standartlara ulaşıp ulaşmadıklarının değerlendirilmesinin yapıldığı bir sisteme geçilmelidir. Ayrıca Türkiye’de öğretmenlerin değerlendirilmesi için, hâlihazırda kullanılan dış teftiş mekanizmaları yerine meslektaşlar olarak öğretmenlerin kendi kendilerini değerlendirmeleri teşvik edilmelidir.
Türkiye’deki siyasal rejimin üzerinde kurulduğu temel düşünce; ulusal açıdan türdeş, idari olarak merkezileşmiş ve mutlak egemenliğe sahip bir devlet düşüncesidir. Bunun doğal bir sonucu olarak da araç olması gereken kuralları amaca dönüştüren, bu kurallara aşırı vurgu yapan, yavaş temposunu ve rutinini değiştirmeyen bir bürokrasinin Türkiye’de var olduğu malumdur. İyi yönetişim ilkeleri doğrultusunda kamuda gelişen değişim iradesine karşı, statükodan yana tavır koyan, bu uğurda pasif direniş sergilemekten çekinmeyen; uluslararası denetim standartlarını kabul etmek yerine kendi teamüllerinde ısrar eden geleneksel denetim müesseseleri çağın gerekleri doğrultusunda yeniden ele alınmalıdır.
Yönetim felsefelerinin değişmeye başladığı bir dünyada, yönetimin bir alt süreci olan denetimde de değişimin olması olağandır. Türkiye’deki geleneksel denetim anlayışının, özellikle eğitim denetiminin evrensel gelişmelerin uzağında kaldığı düşüncesi, yönetim bilimi alanında çalışan bilim insanlarınca dile getirilmektedir. Denetimde reform yapmaya, yönetimden başlanmalıdır. Yönetimin kodlarında herhangi bir değişime gitmeksizin, yeni bir denetim modelini sisteme monte etmeye çalışmak sağlıksız ve sonuçsuz kalır.
Eğitim kalitesinin artırılması için öğretmenler okul yönetiminde pasif ve edilgen kılınmamalıdır. Askeri denetimleri çağrıştıran, öğretmenleri esas duruşa geçiren, ceberut geleneksel teftişler son bulmalıdır.
Mart 2014 tarihli 6528 sayılı Kanun’la Milli Eğitim Bakanlığı’nın rehberlik ve denetim birimleri yeniden yapılandırılmıştır. Merkez ve taşra denetim birimlerinin aynı unvan ve görev tanımı altında birleştirilmesi yıllardır savuna geldiğimiz yerinde bir uygulama olmuşsa da, bunun mali haklara yansıtılmamış olması, unvanlar eşitlenirken imkânların eşitlenmemesi, düzenlemenin eksik kalmasına sebep olmuştur. Ana gerekçesi, kamuda aynı işi yapan aynı unvana sahip kadrolar arasındaki ücret farklılıklarını gidermek olan 666 sayılı KHK ortada dururken; Bakanlık müfettişleri ile il eğitim denetmenlerinin “maarif müfettişi” unvanı altında birleştirilmelerine rağmen mali haklarındaki farklılığın devam ediyor oluşu, diğer bir ifadeyle il eğitim denetmenlerine, bakanlık müfettişlerine tanınan mali hakların verilmeyişi telafi edilmeyi beklemektedir.
Türkiye’de kamu reformunu bütüncül olarak tüm sisteme uygulayamamak, ülkeyi yönetenlerin karşılaştıkları temel çıkmazdır. “Reform, yüzde 70 alışkanlıkların değiştirilmesi, yüzde 20 sistem değişikliği ve yüzde 10 yasal değişiklik gerektirir” şeklindeki tespit, Türkiye’nin eğitim sisteminde reform yapmaya çalışanların mücadele etmek zorunda kaldıkları en büyük engelin aslında alışkanlıklardan başka bir şey olmadığıdır. Alışkanlık da anahtarı yitirilmiş bir kelepçedir.
Ali YALÇIN
Eğitim-Bir-Sen ve Memur Sen Genel Başkanı
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2012 Duyuru Gazetesi
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.